Modada Sevgi Devrimi: Yama, Onar, Yeniden Giy
Giysilerimizin doğaya en az zararla ve adil koşullarda üretilmesi için çalışan Fashion Revolution Eş Kurucusu Orsola de Castro ile modada devrim yapmak üzerine söyleştik
Satın alma eylemini, herhangi bir şekilde sürdürülebilirlikle ilişkilendirmekten kesinlikle vazgeçmemiz gerekiyor.
Kısık Ateşte Üç Yüzyıl’dan merhaba!
Bu hafta, hızlı modayı ve tüketim alışkanlıklarımızı masaya yatırıyoruz.
‘Hızlı moda’, podyumlarda görülen son moda ürünlerin hızla kopyalanarak ucuz fiyatlara mağazalarda satılmasını ifade ediyor.
Mevcut düzende hemen hepimiz, ihtiyaç duyduğumuzdan çok daha fazlasını tüketiyoruz: İstatistiklere göre, şimdiye kadar üretilen giysiler, bizden sonra gelecek altı jenerasyonu giydirmek için yeterli.
Detaylara girmeden kısa bir uyarıda bulunmakta fayda var: Her ne kadar hızlı moda markaları hedef tahtasına oturtulmuş olsa da sorun, onlarla sınırlı değil. Ürünlerini binlerce dolara satan lüks tüketim markaları, çoğu kez daha sürdürülebilir üretim yapmıyor.
Üstelik, mevcut ekonomik şartlarda, uygun fiyatlı markalardan alışveriş yapmak toplumun büyük çoğunluğu için bir tercih değil, zorunluluk.
Bu söyleşiyle yapmaya çalıştığımız, moda endüstrisinde yanlış gidenleri anlamak; böylelikle daha iyi bir sistem ve daha sürdürülebilir tüketim alışkanlıkları oluşturmak üzerine düşünmek.
Bunun için de şahane bir rehberimiz var: Dünyanın en büyük moda aktivizm hareketi haline gelen Fashion Revolution’ın (‘Moda Devrimi’) eş kurucusu Orsola de Castro.
Orsola de Castro’nun mücadelesi, beş giyim fabrikasına ev sahipliği yapan Rana Plaza’nın bundan tam 10 yıl önce, 24 Nisan 2013’te çökerek en az 1132 işçinin hayatını kaybetmesine neden olmasıyla başlıyor. Yaşanan bu büyük felaketten bu yana de Castro, tekstil işçilerinin iyi koşullarda, adil maaşlar karşılığında çalıştırılması için mücadele veriyor.
Sömürüye dayalı çalışma koşullarıyla kötü bir şöhrete sahip olan moda endüstrisi, aynı zamanda küresel ısınmaya sebep olan sera gazı emisyonlarının yaklaşık yüzde 8’lik kısmından sorumlu. Ayrıca dünyanın en büyük ikinci su tüketicisi.
Üstelik hem gezegenimiz hem de tekstil işçileri, bu bedeli, ihtiyaç duyulmayan bir üretim için ödüyor: Her yıl 100 milyar parça giysi üretilirken, 92 milyon ton tekstil ürünü atık sahalarına boşaltılıyor.
Kısacası, giysilerimizle ilişkimizi sil baştan hayal etmemiz gerekiyor.
Röportaja geçmeden önce kısa bir hatırlatma: Henüz yapmadıysanız, Kısık Ateşte Üç Yüzyıl’a abone olmanızı rica ederiz. Abonelik tamamen ücretsiz. Yalnızca röportajlarımızın iki haftada bir email kutunuza gelmesini sağlayacak:)
Çayınız-kahvenizi alıp koltuğunuza yerleştiyseniz, başlayalım!
Kısık Ateşte Üç Yüzyıl: 1997 gibi erken bir tarihte, kendi ileri dönüşüm (‘upcycling’) markanızı kurduğunuzu okudum. Şimdi geriye dönüp bakınca, partiye oldukça erken katılmış görünüyorsunuz. Bu konulara ilgi duymaya ne zaman ve nasıl başladınız?
Orsola de Castro: Aslında tam olarak düşündüğünüz gibi olmadı. O dönem ileri dönüşümü çevresel bir gereklilik değil, kreatif bir ihtiyaç olarak benimsemiştim. Bu yıllar her şeyin bol olduğu, tüketimde aşırıya kaçılan yıllardı. Böyle bir ortamda, malzemeleri yeniden kullanmak, benim için halihazırda var olan şeyleri sevmek anlamına geliyordu. Zorlayıcı bir çabaydı; yaratıcılık gerektiriyordu. Değişikti, eğlenceliydi. Yani başlangıçta çevreye dair bir vizyonum yoktu. Bu, ancak zamanla gelişti.
KA3YY: 24 Nisan 2013’te, beş giyim fabrikasına ev sahipliği yapan Bangladeş’teki Rana Plaza’nın çökmesi ve en az 1132 işçinin yaşamını kaybetmesini, kişisel tarihinizde bir dönüm noktası olarak tanımlıyorsunuz. Modanın çevresel ve insani boyutlarını dikkate almaya başlamanız, bu felaketin bir sonucu muydu?
ODC: Aslında bundan da önceydi.
Rana Plaza’da meydana gelen, aslında birçoğumuzun öngördüğü bir felaketti. Böyle bir şey yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu biliyorduk. Bu, öfkemizin zirveye ulaştığı an oldu. Kesinlikle bir şeyler yapılması gerektiğine kanaat getirmiştik. Ve, bildiğiniz üzere, bir şeyler yapmak için büyük bir ekip olarak bir araya geldik.
Neden giysilerinizi, insanların ve doğanın iyiliği için kaçınılmaz ve gerekli bir değişimde rol oynama fırsatı olarak görmeyesiniz?
KA3YY: Bu konuya çok aşina olmayanlar için, bir ‘Moda Devrimi’ne ihtiyaç duyma nedenlerimizi kısaca açıklayabilir misiniz?
ODC: Bu benim için sıkıntılı bir soru çünkü geldiğimiz noktada bir insanın, modanın sebep olduğu sömürünün ve çevresel çöküşün farkında olmaması bana imkansız görünüyor. Yani, olanların farkında olmamak, neredeyse başka bir gezegende yaşamaya benziyor.
Ben modayı ancak bir çözüm olarak görebiliyorum. Her gün, her sabah, her birimizin fark yaratabileceği bir mesele bu.
Dolayısıyla aslında soruyu tersine çeviriyorum: Neden giysilerinizi, insanların ve doğanın iyiliği için kaçınılmaz ve gerekli bir değişimde rol oynama fırsatı olarak görmeyesiniz?
KA3YY: O halde biraz da ‘geldiğimiz nokta’dan bahsedebilir miyiz? Kitabınızda, bizi bugün olduğumuz yere getiren değişimin oldukça hızlı, iki-üç nesilde gerçekleştiğinden söz ediyorsunuz. Tarihi olarak bakacak olursak, bu hızlı değişim neden ve nasıl gerçekleşti?
ODC: Tarihi olarak bakarsak öyle sanıyorum ki iş gelip ABD Başkanı Richard Nixon ile Çin’in lideri Mao Zedong’un 1972 yılındaki el sıkışmasına dayanıyor. Bu, küresel sınırların kalkması, serbest ticaretin önünün açılması anlamına geliyordu. Aynı zamanda sömürüye niyetli markalar için de önemli bir fırsattı. Artık sömürü nerede daha kolay mümkün olabilecekse, orada üretim yapma imkanları doğmuştu.
Bu değişim gözle görülür şekilde yaşandı. Büyük markalar, difüzyon hatlarının [daha geniş kitlelere hitap eden, nispeten uygun fiyatlı ürünler satan alt markalarına verilen isim] üretimini taşıdılar. Üstelik bu ürünlerin modayı demokratikleştirmesi; büyük markaları, bütçesi yeterli olmayanlar için erişilebilir kılması bekleniyordu.
Bütün bir endüstri, oldukça bilinçli bir şekilde, başka ülkelere taşındı. Bu yeni gidilen ülkelerde, tonlarca deri çanta üretmek isteyen birinin takip etmesi gereken regülasyonlar yoktu; işçiler örgütlü veya sendikalı değildi, korunmuyorlardı, sağlıkları ve güvenlikleri bahis konusu değildi; gezegenin de sağlığı ve güvenliği umursanmıyordu. İşte onlar da bu nedenle bu ülkelere taşındılar.
1970lerin sonunda veya 80lerin başında başlayan bu süreç, artarak devam ediyor. İtalya’da koskoca fabrikaların bir günden diğerine kapandığını ve makinelerinin Çin’deki yeni işletmelere satıldığını biliyoruz.
Peki sonra ne oldu? Bu işe ilk girişen şirketler - İtalyan, Alman, İngiliz veya İsveçli firmalar - o kadar kibirliydiler ki, taşınmayı yalnızca ekonomik bir fırsat olarak gördüler. Gittikleri ülkeler, kendilerinden hiçbir şey öğrenmeyecekti, yalnızca gidip oraları sömüreceklerdi. Ancak tabii ki işler böyle gelişmedi.
Tekstil endüstrisinde kullanılan önemli, patentli makineler Çin’e gönderildi. Çin’in kendi teknolojisini geliştirmesi ve mevcut teknolojilerin önüne geçmesi ise oldukça kısa bir süre aldı.
Yalnızca 20 sene içinde, Avrupa’daki işgücü tamamen yok edildi - öyle ki durumu toparlayabileceğimizi düşünmüyoruz. Torunlar, büyükanneleriyle aynı işi yapmak istemiyorlar.
Tüketiciler, siyasetçiler, karar alıcılar, seneler önce yapılması gereken durum tespitini ancak yeni talep etmeye başladılar. Birleşik Krallık gibi üretimin hızla yurtiçine taşındığı bir ülkede bile üretimde çalışacak işçi, profesyonel bulunamıyor. Bu, tam anlamıyla bir kriz.
Şu ana kadar ürettiğimiz giysiler, altı nesli giydirmeye yetecek miktarda.
KA3YY: Tüm olumsuzluklarına karşın hızlı modanın bir demokratikleşme getirdiği, sıklıkla öne sürülen bir argüman. Modanın değişmesi gerektiğinden söz edildiğinde, konu hep fiyatlara dayanıyor. Giysilerin hem toplumun çoğunluğu için uygun fiyatlı olması hem de daha insancıl ve sürdürülebilir üretilmesi mümkün mü?
ODC: Her şeyden önce, çok daha az giysimiz olması gerekiyor! Tahmin edecek olursak, şu an ürettiğimizin ancak dörtte birine ihtiyacımız olduğunu söyleyebiliriz. Böyle olunca, tekstil işçilerinin de hem bu giysileri üretecek zamanı hem de insanca yaşayacak maaşı olabilir.
KA3YY: Kitabınızda ‘yama, onar, yeniden giy’ prensibinden bahsederken de farklı sosyoekonomik gruplar arasında bir ayrım yapıyorsunuz. Hızlı moda ürünlerinin daha uygun fiyatlı olması nedeniyle bazı gelir gruplarının bunlara ihtiyaç duyduğunu, bu tüketimi yaftalamanın, alt gelir gruplarını sıkıntıya düşürebileceğini söylüyorsunuz.
Yalnızca üst gelir gruplarının daha az tüketmesi yeterli olur mu? Yoksa bütün sistemi değiştirmemiz ve yavaşlatmamız mı gerekiyor?
ODC: Bütün moda endüstrisinin daha az üretmesi gerekiyor. Halihazırda yeterince giysiye sahibiz. İstatistikleri sevmiyorum ve kullanmamaya çalışıyorum ancak rakamlara bakacak olursak, şu ana kadar ürettiğimiz giysiler, altı nesli giydirmeye yetecek miktarda.
Ama gerçek şu ki bir noktada büyük bir ihanet yaşandı. Moda endüstrisi, elitist ve dışlayıcı olacak şekilde tasarlanmış bir endüstri. Bahsettiğim ‘büyük ihanet’ de lüks moda markalarından kaynaklanıyor.
1980lerin başlarında önemli markalar, modayı demokratikleştirmeye karar verdiler. Armani, Emporio’yu; Prada, Miu Miu’yu; Dolce&Gabbana ise D&G’yi kurdu. Yola çıkış noktaları, markalarını daha geniş kitleler için ulaşılabilir hale getirmekti. Ancak bunun aslında kocaman bir aldatmaca olduğu ortaya çıktı.
Zira bu alt markaların sattığı ürünler, lüks markaların İtalya’da veya Fransa’da üretilmeyen ilk giysileriydi. Maliyetleri dolayısıyla aslında üst markaların ürünlerine göre akla hayale sığmayacak kâr marjları vardı. Buna karşın günün sonunda satış fiyatları, üst markanın ürünlerinden ancak yüzde 10 ilâ 20 daha uygundu.
Bu durumu göz önünde bulundurduğunuzda, piyasadaki bu büyük boşluğu görüp hızlı moda canavarını yaratan markaları suçlayabilir misiniz?
Bugün hayatımızda hızlı modanın bulunma sebebi, budur. Eğer iyi tasarlanmış ve iyi üretilmiş giysilere ulaşılabilir fiyatlara sahip olabilseydik, ucuz taklitlerini alır mıydık? Büyük ihtimalle hayır.
Herkes tarafından erişilebilir olmak istemeyen, elitist moda markaları, çifte kâr elde etmek istediler. Böylelikle, hayal edebileceğimiz en sürdürülebilir olmayan alternatiflere alan açmış oldular.
Bugün moda endüstrisini tartışırken kullandığımız dil, lüks modayı sütten çıkmış ak kaşık gibi gösteriyor. Eleştirilerimizi moda endüstrisinin tamamına yöneltmemiz gerektiğini hep hatırda tutmalıyız.
KA3YY: Burada lüks ürün tüketiminden de söz edelim istiyorum. Hızlı modanın sakıncalarından sıklıkla bahsediliyor; peki binlerce dolar ödenerek alınan lüks ürünlerin daha iyi koşullarda üretildiğini söyleyebilir miyiz?
ODC: Kesinlikle hayır! Yalnızca alacağınız ürünün biraz daha kaliteli bir kumaştan üretildiğini garanti edebilir. Ürünün dikilişinin, yapılışının dahi daha kaliteli olduğu anlamına gelmez.
Lüks markaların ve hızlı moda markalarının ürünleri, çoğu zaman aynı becerilere sahip işçiler tarafından üretilir. Elinize yalnızca biraz daha kaliteli bir kumaş ve daha büyük bir ego geçecektir: Maddi koşullarınız, tarihin en büyük aldatmacalarından birinde rol almış pahalı bir markanın ürününü almak için yeterlidir. Bütün olay bu.
Hızlı modayı yerden yere vurma konusunda oldukça hevesli bir insanım. Ancak geldiğimiz noktada lüks sektörünün de çok büyük sorumluluğu var. Oysa bugün moda endüstrisini tartışırken kullandığımız dil, lüks modayı neredeyse sütten çıkmış ak kaşık gibi gösteriyor. Eleştirilerimizi moda endüstrisinin tamamına yöneltmemiz gerektiğini hep hatırda tutmalıyız.
KA3YY: Biraz da bu hızlı moda devriminden önceki dönemden bahsedebilir miyiz? Her şey çığrından çıkmadan önce, lüks moda markalarının sorumlu üretim yaptığı bir dönem var mıydı?
ODC: Hayır. Moda endüstrisi, sorumlu üretim yapmak üzere tasarlanmamıştı. Bu, oldukça yeni bir talep. Öte yandan, her ne kadar üretim süreçleri sürdürülebilir olmasa da, bazı konularda eskiden kesinlikle daha iyi olduğunu söyleyebiliriz.
En başından itibaren moda endüstrisi, doğayı ve gezegeni sömürecek şekilde tasarlandı.
Pamuk, Amerika’nın güneyinde, köleleştirilmiş insanlar tarafından toplanarak Birleşik Krallık’a gönderiliyordu. Burada, kadınların sömürüldüğü ve çocuk işçilerin çalıştırıldığı Viktorya dönemi fabrikalarında işleniyordu. Dokunan pamuk, kapitalist düşüncenin, yayılmacılığın ve ırkçılığın öncülerinden İngiliz Doğu Hindistan Şirketi aracılığıyla bütün dünyaya dağıtılıyordu. Moda endüstrisi, işte böyle işliyordu.
Ancak böyle bir tarihin içinde bile, işlerin nispeten iyi gittiği dönemler var. Buna bir örnek ‘Made in Italy’ dönemi - endüstrinin İtalya’ya taşındığı dönem. Bunun nedeni İtalya’nın özel olarak iyi olması değildi, ucuz oluşuydu. Fakat öncelikle İtalya devletinin, ardından da Avrupa Birliği’nin sağladığı koruma nedeniyle, tekstil işçilerinin yasal olarak sömürüsü mümkün değildi.
Tabii ki işçilerin kötü şartlarda çalıştırıldığı merdivenaltı atölyeler, sweatshoplar, vardı - insanları sömürmenin yolu her zaman bulunur. Ancak Veneto, Liguria ve Toskana gibi İtalya’nın bazı bölgelerindeki moda üretimi gerçekten oldukça iyiydi. Hiç değilse işçilerin iyi koşullarda çalıştıklarını söylemek mümkün.
Fakat sürdürülebilirlik perspektifinden bakacak olursak, aynı şeyi söyleyemeyiz. Örneğin İtalya’nın kuzeyi, en fazla deri üretiminin yapıldığı yerlerden biriydi. Ancak yarattıkları kirlilikle başa çıkamadılar. Avrupa’nın koyduğu kirlilik karşıtı regülasyonlar oldukça katıydı ve deriyi olması gerektiği şekilde konumlandırmaya zorlar nitelikteydi: nadir ve lüks bir ürün. Nihayetinde üretim, başka ülkelere kaydı.
Bilinçli sömürüye dayanan bu endüstrinin tarihinde, bir şeyler öğrenebileceğimiz küçük anlar var: İnsanların makul ücretler karşılığında çalıştırıldığı, kumaşın daha verimli, daha ‘sıfır atık’ yaklaşımıyla kullanıldığı bir dönem.
Değeri olan her şeyin sonuna kadar kullanılması gerekiyordu. Artık hızlı moda, ucuz ürünler veya hızlı lüks ürünlerde, bu yaklaşım söz konusu değil. Zaten lüks markaların büyük çoğunluğu da, bana sorarsanız, yalnızca hızlı lüks olarak tanımlanabilir.
Toplumsal ve çevresel sömürü söz konusu olduğunda çığrından çıkmış bir endüstriden söz ediyoruz. Değişimin zamanı geldi; ancak göremediğiniz şeyi değiştiremezsiniz. Bu nedenle şeffaflık çok önemli.
KA3YY: Bu konu açıldığında markaların sıklıkla başvurduğu bir açıklama, üretimlerinin, halkın taleplerinin bir sonucu olması.
ODC: Bu çok büyük bir yalan. Ben 56 yaşındayım, dolayısıyla bu dönemleri yaşadım - 1970lerde veya 1980lerde bir sabah uyanıp daha ucuz kıyafet talep eden hiçkimse olmadı. Önümüze ucuz giysiler koyan ve böyle bir talebin oluşmasına neden olan, markaların kendileriydi.
Şunu da söylemem gerekiyor: Bu markaların çoğu kaç parça ürün ürettiklerini, bunların ne kadarını sattıklarını, ne kadarını ise attıklarını paylaşmıyor. Markaların ancak yüzde 13’ü bu istatistikleri açıklıyor. Oysa bunlar, her şirket için çok temel bilgiler: Bir şirket işletip bu bilgilere sahip olmamanız mümkün değil, böyle bir bahanenin arkasına gizlenemezsiniz.
Aslında bu istatistikleri paylaşmayı reddediyor oluşları bile, bir talebi karşılamak için değil piyasayı işgal etmek için üretim yaptıklarını ortaya koyuyor - bunlar, birbirinden oldukça farklı şeyler.
Sürdürülebilirliği alışveriş üzerinden konuşan biri, sürdürülebilirlikten değil tüketimden bahsediyordur.
KA3YY: Sanıyorum bu da bizi, Fashion Revolution’da sıklıkla vurguladığınız ‘şeffaflık’ kavramına getiriyor. Giysilerimizi kimin ürettiğini bilmek neden önemli? Ve Moda Şeffaflık Endeksi’nin (Fashion Transparency Index) öneminden ve başardıklarından kısaca söz edebilir misiniz?
ODC: Radikal şeffaflığın önemi, moda endüstrisinin, sömürünün en yaygın olduğu ve en kirletici endüstrilerden biri olmasından ileri geliyor. Aynı zamanda oldukça köhne bir tedarik zinciri var. Yeterince regüle edilen bir endüstri de değil; oysa cildimiz, emilim kapasitesi en fazla olan ikinci organımız.
Anlayacağınız moda ürünlerinin üretimi ve tasfiyesi, insan olarak refahımız ve doğadaki var oluşumuz için kritik önemde. Ve şeffaflık söz konusu olmadığında denetleyemeyiz. Denetleyemediğimizde ise hesap verebilirlik söz konusu olamaz.
Toplumsal ve çevresel sömürü söz konusu olduğunda çığrından çıkmış bir endüstriden söz ediyoruz. Değişimin zamanı geldi; ancak göremediğiniz şeyi değiştiremezsiniz. Bu nedenle şeffaflık çok önemli.
Bugün şeffaflıkla ilgili temel sorun, markaların beyanlarına dayanıyor olması. Dolayısıyla Moda Şeffaflık Endeksi yalnızca markaların söylediklerinin bir haritası. Bu endeks, bir çözüm içermiyor; sürdürülebilirliğe veya etik üretime dair herhangi bir şey söylemiyor. Endeks’e baktığınızda yalnızca markaların, tüketicilerle ve karar vericilerle ne kadar bilgi paylaşmaya hazır olduklarını anlayabilirsiniz.
Günün sonunda şeffaflık, şirketlerin araştırılmasına ve incelenmesine imkan sunacak ve - umuyorum ki ileride - politika yapıcıların markalardan hesap sorabilmesinin önünü açacaktır.
Ne yazık ki regüle edilmeyen bir endüstride markalar, yarattığımız bu endeksi bir yeşil aklama yöntemi olarak kullanmaya başladılar.
Bu bir yerde dili hatalı kullanmamızla da alakalı. Örneğin ‘döngüsel’ kelimesini düşünün: Her şey için bu kelime kullanılır oldu. Markalar, aslında ‘uzun ömürlü’ veya ‘verimli’ demeleri gereken yerde ‘döngüsel’ diyorlar. Şeffaflık da benzer şekilde yanlış kullanılıyor. Şeffaflık, ‘üstün yöntem’ ve ‘izlenebilirlik' kavramlarıyla karıştırılıyor. Oysa şeffaflık yalnızca bir uygulamanın görünür olması demek.
Bugün sürdürülebilir markaları örnek göstermek çok elitist ve ayrıcalıklı bir yerde durmak anlamına geliyor. ‘Yapabileceğiniz tek şey bu,’ dediğinizde, nüfusun yüzde 99.9’unu dışlamış oluyorsunuz.
KA3YY: Gündelik hayatlarımıza dönecek olursak: Yeni bir ürün almayı son seçenek olarak gördüğünüzü biliyorum. Ancak bazen gerçekten bir şeyler almamız gerekiyor. Bunu yapmanın iyi bir yolu var mı?
ODC: Bugün bir moda ürünü satın almanın tek iyi yolu, tamamen inovatif üretim yapan markaları desteklemeye çalışmaktan geçiyor - bu da oldukça zor. Her şeyden önce kesinlikle cep yakıyorlar. Bu markaların sayıları az, her yerde yoklar, pahalılar ve bulunmaları da kolay değil. Ama günün sonunda hatırlamamız gereken şu: Sürdürülebilirlik söz konusu olduğunda satın almak, son seçenek olmalı. Bir şeyler satın alma niyetiyle evden çıktığınızda, onun yerine parka gitmeye çalışın.
Durmak zorundayız. Satın alma eylemini, herhangi bir şekilde sürdürülebilirlikle ilişkilendirmekten kesinlikle vazgeçmemiz gerekiyor.
Daha iyi şeyler alabilirsiniz, bu kesinlikle mümkün. Fakat sürdürülebilirliği alışveriş üzerinden konuşan biri, sürdürülebilirlikten değil tüketimden bahsediyordur.
KA3YY: O halde mevcut giysilerimize nasıl daha iyi bakabileceğimiz üzerine konuşmamız gerekiyor. Bu konuda ne yapmalıyız?
ODC: Kesinlikle öyle!
Bu arada şunu söylemem gerekiyor: Satın almaya veya modaya karşı değilim. Aksine, genç tasarımcıların en büyük destekçilerinden biriyim ve modanın, zanaatkarlığın neler başarabileceğini gösterecek hazır giyim markalarına kavuşmak için sabırsızlanıyorum - görmeyi hayal ettiğim gelecek, bu. Ancak şu an o noktadan fersah fersah uzaktayız.
Bugün sürdürülebilir markaları örnek göstermek çok elitist ve ayrıcalıklı bir yerde durmak anlamına geliyor. ‘Yapabileceğiniz tek şey bu,’ dediğinizde, nüfusun yüzde 99.9’unu dışlamış oluyorsunuz. Herkesin şartları, imkanları ve becerileri farklı. Kitabımı da böyle bir nedenle yazdım. Önerim, size en kolay gelen şeyleri yapmanız.
Herkese ‘dikiş dikmeyi öğrenin ve kendi giysilerinizi tamir edin,’ diyemem. Ben de yama yapmaktan nefret ediyorum örneğin. Öte yandan, giysilerim üzerinde farklı deneyler yapmak bana keyif veriyor. Dolayısıyla giysilerimi onarmam gerektiğinde, bunu benden daha iyi yapacak birine para ödemeyi tercih ediyorum. Benim çözümüm bu.
Aslında kitabımla insanlara anlatmaya çalıştığım şey de bu: Neden bir değişime ihtiyaç duyduğumuzu öğrenin. Ne durumda olduğumuzu öğrenin. Giysileriniz hakkında mevcut fikirlerinize sahip olma nedenlerinizi öğrenin. Tüm bunları öğrendiğinizde, yapmanız gerekenleri de bileceksiniz. Yapmayı tercih ettiğiniz şey, kendi fikirleriniz, ilgi alanlarınız ve ekonomik imkanlarınız doğrultusunda size en uygun yöntem olacak.
Örneğin çok ıssız bir yerde yaşıyorsanız, o zaman gerçekten dikiş dikmeyi ve yama yapmayı öğrenmeniz gerekecektir. Ama Londra gibi kuru temizlemecilerin, terzilerin bol olduğu bir yerde, bu seçeneklerden faydalanabilirsiniz. Hindistan’da yaşıyorsanız, kıyafetleri onarmak orada kültürün bir parçası; tamamını tamir ettirebilirsiniz. Dolayısıyla her neredeyseniz, imkanlarınız dahilinde bir yol bulabilirsiniz.
Önereceğim ikinci şey, ikinci el ürünler almanız olur. Ancak bu ürünleri de hızlı moda gibi görmemek, yalnızca ucuz olduğu için bol bol almamak önemli.
Son önerim ise maddi olarak altından kalkabilecek kişilere yönelik: Bilinen lüks markalar yerine, az bilinen tasarımcılardan alışveriş yapın. Afrika’dan, Hindistan’dan, Türkiye’den, Bulgaristan’dan, Helsinki’den genç yetenekler keşfedin. Dünyanın her yanında inanılmaz yetenekli genç tasarımcılar var ve ana akım tarafından adeta soyuluyorlar. Fikirleri büyük markalar tarafından taklit ediliyor. Dolayısıyla genç bir tasarımcıdan alışveriş yaparak çok daha özgün olabilirsiniz. Üstelik o genç tasarımcıyla ilişkiniz, ömrünüz boyunca devam edebilir.
Tabii ki bunun kolay veya ucuz bir yöntem olmadığını biliyorum, ancak maddi durumunuz elveriyorsa, yapabileceğiniz en iyi şeylerden biri bu.
KA3YY: Çok teşekkürler! Son sorum, bundan sonra yapacaklarınızla ilgili. Bildiğim kadarıyla bir yıl önce Fashion Revolution’dan ayrıldınız ve ilk markanız olan Estethica’ya geri döndünüz. Bir röportajınızda, Estethica’dan ‘gerçek aşkınız’ olarak bahsettiğinizi okumuştum. Sizin için sırada ne var?
ODC: Bundan sonra ne yapacağımı bilmiyorum ve bu mükemmel bir his!
Fashion Revolution tabii ki hayatımın çok önemli bir parçası ve bana çok şey öğretti. Fakat ben kurumsal bir tip olmadığımı hep biliyordum ve Fashion Revolution giderek kurumsallaşıyor.
Tabii ki bir kurumu kurmak, aynı çocuk sahibi olmak gibi: Her zaman Fashion Revolution’ın bir parçası olacağım; oradaki danışmanlık rolüm de devam ediyor zaten. Ama benim esas tutkum, tasarımcı olarak sahip olduklarıma benzer fırsatları başkalarına da sunmak.
Ben bir tasarımcı olarak desteklendim. Bir kadın olarak desteklendim. Estethica’nın kalbinde de bu var.
Fashion Revolution’da çalışmalarımız tedarik zincirine odaklıydı. Değişmesi gereken bir endüstride, arka planda neler olduğunu görmeye çalışıyorduk. Dolayısıyla orada geçirdiğim her gün, bitmesi gereken bir şeye bakıyordum; gün batımında durmuş, adeta gecenin gelmesini bekliyordum. Estethica’da ise yeni bir günün doğuşunu bekliyorum.
Yeni bir günün şafağı, bambaşka bir düşünce biçimi gerektiriyor: daha yaratıcı, daha soyut ve kesinlikle en becerikli olduğumu hissettiğim tarz.
Benzer şekilde, var olan bir endüstriyi parçalamaktansa, sıfırdan bir endüstri inşa etmeyi gerektiriyor. Bu, beni daha çok ilgilendiren bir şey. Tasarımcılara, genç gazetecilere, düşünürlere, boyacılara, dikişçilere, eğitimcilere mentorluk yapıyorum, onları yüreklendirmeye çalışıyorum.
Şunu da inkar etmeyeceğim: Bir yanım, 10 yıl önce Fashion Revolution ile yapmayı başardığımız inovatif işlerin bir benzerini bu alanda da yapabilmek istiyor. Şu an yeni bir düşünce dalgasının ortasındayız ve bundan faydalanmanın, yeni yöntemler yaratmanın tam sırası.
Kısık Ateşte Üç Yüzyıl’ı okuduğunuz için teşekkür ederiz!
Konuyla ilgili soru ve yorumlarınızı aşağıya bekliyoruz. Röportajla ilgili eleştiri ve değerlendirmelerinizi duymayı da çok isteriz.
İklim krizini önemsiyor, meselenin çözüm odaklı ele alınmasını çok gerekli buluyoruz. Bu röportajları yaparken de en büyük dileğimiz, olabildiğince çok insana ulaşmak ve bu konuda - minik de olsa - olumlu bir değişim yaratmak.
Bunu başarabilmemiz için bu röportajı eşiniz, dostunuz ve tanıdıklarınızla paylaşabilirseniz çok mutlu oluruz.
Bir sonraki röportajımızda görüşmek üzere, hoşçakalın!